Böceklerin gözüyle çiçekler
Sarı çiçek böceğe kırmızı beyaz görünür.
Beyaz çiçek ise böceklerin gözünde mavi'dir.
Böceklerin, insan gözünün görebildiğinden çok daha geniş bir ışık yelpazesini algılama kapasitesi bulunuyor.
Norveçli bilim adamı Bjorn Roslett, böceklerin çiçekleri nasıl gördüğünü belirledi. roslett çiçeklerin üzerindeki insan gözüyle görülemiyen renk ve desenleri ultraviyole ışıkla görünür kılarak fotoğrafladı.
İnsan gözüne tek renkli olarak görünen bir çok çiçeğin, böcekler tarafından rengarenk ve desenli olarak görüldüğü ortaya çıktı. Bu renk farklılıkları ve desenler, arılar gibi polen toplayan böcekleri çiçeklere çekiyor.
Bu yazı alıntıdır.
15 Ağustos 2007 Çarşamba
13 Ağustos 2007 Pazartesi
Küçük Sakue
"Ölmeye cesaret ve yaşamaya cesaret ben yaşamayı tercih ettim."
Sakue Şimohira 10 yaşındaydı yerdeki kapkara kadın, annesi olmalıydı.
Bir altın dişi vardı çünkü.
Sakue elini uzattı dokunmak için daha dokunamadan kül oldu siyah kadın.
Sakuenin kız kardeşinin saçları dökülmeye başlayınca, çocuklar alay etmeye başladılar ve kız kardeşi kendisini trenin altına attı.
Sakue 10 yıl boyunca, başka öksüzlerle birlikte küçük bir kulübede yaşadı.
Bir gün kızkardeşi gibi ölmek istedi son anda vazgeçti ve rayların yan tarafına düştü.
"İki tür cesaret varmış" diye anlattı. Yıllar sonra, Oskar ödüllü belgeselci Steven Okazakiye, "Ölmeye cesaret ve yaşamaya cesaret".
Alıntı. Hürriyet gazetesi pazar sayfasından.
Kapıları çalan benim, kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.
Nazım Hikmet.
Sakue Şimohira 10 yaşındaydı yerdeki kapkara kadın, annesi olmalıydı.
Bir altın dişi vardı çünkü.
Sakue elini uzattı dokunmak için daha dokunamadan kül oldu siyah kadın.
Sakuenin kız kardeşinin saçları dökülmeye başlayınca, çocuklar alay etmeye başladılar ve kız kardeşi kendisini trenin altına attı.
Sakue 10 yıl boyunca, başka öksüzlerle birlikte küçük bir kulübede yaşadı.
Bir gün kızkardeşi gibi ölmek istedi son anda vazgeçti ve rayların yan tarafına düştü.
"İki tür cesaret varmış" diye anlattı. Yıllar sonra, Oskar ödüllü belgeselci Steven Okazakiye, "Ölmeye cesaret ve yaşamaya cesaret".
Alıntı. Hürriyet gazetesi pazar sayfasından.
Kapıları çalan benim, kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.
Nazım Hikmet.
10 Ağustos 2007 Cuma
Levko.
Levko
Eve hep beraber mezarlık yolundan döndük.
En kestirme yol bu direkt evdeyiz.
Zrafko levkov ve vase avluda oturmuşlar biralarını yudumluyorlar.
Bizim geldiğimizi gördüklerinde her ikiside ayağa kalktılar.
Vase kolo'nun oğlu, levkov köylümüz, yani hemşeri Makedoncası(moy zemlak)
-Levkov dober veçer çövek dedi.
-Bende dobar veçer dedim.(dikkat ederseniz geçende dobra veçer demiştim)
Bir muhabbettir aldı gitti (sabahlara kadar içtik ama ne muhabbet.
Nasıl muhabbet etiğimizi neler konuştuğumuzu hala merak ediyorum.
Ben Makedon'ca bilmiyorum, onlarda Türkçe.)
-Kolo levkova bak bura dedi ve gerisini makedonca devam etti.
Söyledikleri şuydu.
Celal bizim köylümüz başına Türkiya'da bi işler gelmiş şinicik bura gelmiş, ister gitsin Avusturya.
Orda avusturyada var agasi(ağbi) ora(oraya) onun yanına ister gitsın.
Ama ima(var)problema ne derler yok viza onun pasoportun.
Şini sen orda çalışırsın hem galdın kombe'le (minibüs) decem o ki giderkan beraber gidın onu da götür.
Levkov hiç tereddütsüz -nema problema(problem yok) dedi.
-Çövek entarnasyonal çövek gibi şeyler söyledi ve ardından kadehleri benim şerefime kaldırdık.
-Levkov Makedon'ca konuşmalarında ne zaman gideceğimizi kolo'ya söyledi ve bana dönerek -abey celo nema problema dedi ve gerisini Türkçe yavaş yavaş hendek var dedi (bu yavaş yavaş hendek var lafını ta Avusturyaya gidene dek söyledi)
Hey gidi koca levkov hey seni nasıl unuturum.
Ya anka, ya venka, ya rose, ya rose'nin oğlu mayro, sizleri nasıl unuturum.
Badgastein'deki o güzel günlerimi.
Kimse kusura kalmasın nokta yok
Eve hep beraber mezarlık yolundan döndük.
En kestirme yol bu direkt evdeyiz.
Zrafko levkov ve vase avluda oturmuşlar biralarını yudumluyorlar.
Bizim geldiğimizi gördüklerinde her ikiside ayağa kalktılar.
Vase kolo'nun oğlu, levkov köylümüz, yani hemşeri Makedoncası(moy zemlak)
-Levkov dober veçer çövek dedi.
-Bende dobar veçer dedim.(dikkat ederseniz geçende dobra veçer demiştim)
Bir muhabbettir aldı gitti (sabahlara kadar içtik ama ne muhabbet.
Nasıl muhabbet etiğimizi neler konuştuğumuzu hala merak ediyorum.
Ben Makedon'ca bilmiyorum, onlarda Türkçe.)
-Kolo levkova bak bura dedi ve gerisini makedonca devam etti.
Söyledikleri şuydu.
Celal bizim köylümüz başına Türkiya'da bi işler gelmiş şinicik bura gelmiş, ister gitsin Avusturya.
Orda avusturyada var agasi(ağbi) ora(oraya) onun yanına ister gitsın.
Ama ima(var)problema ne derler yok viza onun pasoportun.
Şini sen orda çalışırsın hem galdın kombe'le (minibüs) decem o ki giderkan beraber gidın onu da götür.
Levkov hiç tereddütsüz -nema problema(problem yok) dedi.
-Çövek entarnasyonal çövek gibi şeyler söyledi ve ardından kadehleri benim şerefime kaldırdık.
-Levkov Makedon'ca konuşmalarında ne zaman gideceğimizi kolo'ya söyledi ve bana dönerek -abey celo nema problema dedi ve gerisini Türkçe yavaş yavaş hendek var dedi (bu yavaş yavaş hendek var lafını ta Avusturyaya gidene dek söyledi)
Hey gidi koca levkov hey seni nasıl unuturum.
Ya anka, ya venka, ya rose, ya rose'nin oğlu mayro, sizleri nasıl unuturum.
Badgastein'deki o güzel günlerimi.
Kimse kusura kalmasın nokta yok
Yeraltında yaşamak.
Yeraltı.
"Ben hasta bir adamım...Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben. Galiba karaciğerimden zorum var. Belki yirmi yıldır bu haldeyim. Kırk yaşıma geldim. Kabayım... Aslında ben fena bir adam değilim. Sonra ne fena ne iyi, ne alçak ne namuslu, ne kahraman ne de haşerenin biri olabilirim. Hiç bir şey olamadım. Şimdi bir yandan köşemde pinekliyor, bir yandan da acı, faydasız bir teselliyle avunuyorum: Zeki insanlar asla bir baltaya sap olamazmış, olanlar aptalmış...Zamanımızın bütün aydınlarında olduğu gibi marazi derecede duyguluyum... Ve gene zamanımızın her namuslu adamı gibi korkağım... Okumaktan başka yapacak işim, gidecek yerim yok.."
"Bu sırada beni üzen bir sorun daha var: Ne ben bir kimseye benziyorum, ne de herhangi biri bana benziyor."
"İnsanlardan kurtulmayı, sükunet'e kavuşmayı, yeraltıyla baş başa kalmayı istiyordum. Alışamadığım canlı hayat'ı öyle yadırgamıştım ki soluğum kesilecek gibi oluyordu".
"Romanda bir kahraman olmalı. Halbuki benimkinde bile bile bir kahramanın tamamıyla tersi hususiyetler toplanmıştır. Hepimiz yaşama alışkanlığını kaybettiğimiz için, her birimiz az çok topalladığımız için yazılarımın gayet tatsız tesir bırakacağına eminim. Yaşamaya karşı duyduğum yadırgama hissi öylesine kuvvetlidir ki bazen gerçek 'canlı hayat'a karşı adeta tiksinti duyuyoruz. Bize bunun hatırlatılmasından de hiç hoşlanmıyoruz. O hale geldik k, gerçek 'canlı hayat' bize adeta bir iş, bir vazife gibi görünüyor; onu kitaplardan öğrenmeyi tercih ediyoruz.
Peki ama bazı bazı o telaşlanmalarımızın, çılgınlıklarımızın sebebi ne-istediğimiz ne ?"
"Biz bugün 'canlı'nın nerede yaşadığı, neden ibaret olduğunu, adını sanını bilmiyoruz... İnsan olmak, yani gerçek kendi vücudumuzun, kanımızın adamı olmak bize güç geliyor. Bundan utanıyor,, ayıp sayıyoruz; bilmem ne biçim bir genel adam olabilmeye gayret ediyoruz. Aslın da biz ölü doğmuş yaratıklarız."
"Birden iğrenç bir düşünce doğdu beynimde; tüm vücudum kötü bir titremeyle ürperdi. İnsan aynı kötü duyguları ancak rutubetli, havasız yeraltına girerken duyabilirdi. Bu iki gözün şimdi, tam böyle bir anda beni incelemeye başlamış olması hiç de doğal bir durum değildi.
Zavallı kızcağızla iki saat süresince tek bir söz konuşmadan yattığımı, hatta konuşmayı gereksiz bulduğumu düşününce birden gülesim geldi. Şimdi ise fuhuş denen şeyin akrep gibi iğrenç olduğunu düşünerek ürperiyordum. Evet, fuhuş gerçek bir sevginin bittiği yerde, tüm utanmazlığı, kabalığı, sevimsizliği ile başlıyordu."
"Sevişen bir karı-kocanın arasında olanları hiç kimse bilmemelidir. Aralarındaki geçimsizlik konularını öz annelerinden bile gizlemeliler, asla ondan hakemlik istememelidirler. Çünkü en iyi hakem gene kendileridir. Evet, aşk kutsal bir sırdır, aile içinde geçenler tüm yabancı gözlerden gizlenmelidir. Bu evliliğin kutsallığını bir kat daha artırır. mutluluğu çoğaltır. Böylece karı-koca birbirlerini daha çok sayarlar, saygı da geçinmenin gerçek temelidir"
Bu alıntı dostoyevski'nin yeraltından notlar kitabından.
Herkesin okumasını isterim.
"Ben hasta bir adamım...Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben. Galiba karaciğerimden zorum var. Belki yirmi yıldır bu haldeyim. Kırk yaşıma geldim. Kabayım... Aslında ben fena bir adam değilim. Sonra ne fena ne iyi, ne alçak ne namuslu, ne kahraman ne de haşerenin biri olabilirim. Hiç bir şey olamadım. Şimdi bir yandan köşemde pinekliyor, bir yandan da acı, faydasız bir teselliyle avunuyorum: Zeki insanlar asla bir baltaya sap olamazmış, olanlar aptalmış...Zamanımızın bütün aydınlarında olduğu gibi marazi derecede duyguluyum... Ve gene zamanımızın her namuslu adamı gibi korkağım... Okumaktan başka yapacak işim, gidecek yerim yok.."
"Bu sırada beni üzen bir sorun daha var: Ne ben bir kimseye benziyorum, ne de herhangi biri bana benziyor."
"İnsanlardan kurtulmayı, sükunet'e kavuşmayı, yeraltıyla baş başa kalmayı istiyordum. Alışamadığım canlı hayat'ı öyle yadırgamıştım ki soluğum kesilecek gibi oluyordu".
"Romanda bir kahraman olmalı. Halbuki benimkinde bile bile bir kahramanın tamamıyla tersi hususiyetler toplanmıştır. Hepimiz yaşama alışkanlığını kaybettiğimiz için, her birimiz az çok topalladığımız için yazılarımın gayet tatsız tesir bırakacağına eminim. Yaşamaya karşı duyduğum yadırgama hissi öylesine kuvvetlidir ki bazen gerçek 'canlı hayat'a karşı adeta tiksinti duyuyoruz. Bize bunun hatırlatılmasından de hiç hoşlanmıyoruz. O hale geldik k, gerçek 'canlı hayat' bize adeta bir iş, bir vazife gibi görünüyor; onu kitaplardan öğrenmeyi tercih ediyoruz.
Peki ama bazı bazı o telaşlanmalarımızın, çılgınlıklarımızın sebebi ne-istediğimiz ne ?"
"Biz bugün 'canlı'nın nerede yaşadığı, neden ibaret olduğunu, adını sanını bilmiyoruz... İnsan olmak, yani gerçek kendi vücudumuzun, kanımızın adamı olmak bize güç geliyor. Bundan utanıyor,, ayıp sayıyoruz; bilmem ne biçim bir genel adam olabilmeye gayret ediyoruz. Aslın da biz ölü doğmuş yaratıklarız."
"Birden iğrenç bir düşünce doğdu beynimde; tüm vücudum kötü bir titremeyle ürperdi. İnsan aynı kötü duyguları ancak rutubetli, havasız yeraltına girerken duyabilirdi. Bu iki gözün şimdi, tam böyle bir anda beni incelemeye başlamış olması hiç de doğal bir durum değildi.
Zavallı kızcağızla iki saat süresince tek bir söz konuşmadan yattığımı, hatta konuşmayı gereksiz bulduğumu düşününce birden gülesim geldi. Şimdi ise fuhuş denen şeyin akrep gibi iğrenç olduğunu düşünerek ürperiyordum. Evet, fuhuş gerçek bir sevginin bittiği yerde, tüm utanmazlığı, kabalığı, sevimsizliği ile başlıyordu."
"Sevişen bir karı-kocanın arasında olanları hiç kimse bilmemelidir. Aralarındaki geçimsizlik konularını öz annelerinden bile gizlemeliler, asla ondan hakemlik istememelidirler. Çünkü en iyi hakem gene kendileridir. Evet, aşk kutsal bir sırdır, aile içinde geçenler tüm yabancı gözlerden gizlenmelidir. Bu evliliğin kutsallığını bir kat daha artırır. mutluluğu çoğaltır. Böylece karı-koca birbirlerini daha çok sayarlar, saygı da geçinmenin gerçek temelidir"
Bu alıntı dostoyevski'nin yeraltından notlar kitabından.
Herkesin okumasını isterim.
9 Ağustos 2007 Perşembe
Şişova
Şişova.
Mevsimlerden sonbahar; gençliğimin en güzel ve de en verimli yılları rüzgarda savrulan bir yaprak gibi savruldu. Şimdi şişova da bu güzel ovadayım. Sonbaharın tüm güzelliklerini ograzden dağının eteklerinde ki küçük turgut tepesinden seyrediyorum. Şişova ovası tüm güzellikleri cömertçe sunuyor bak doya doya bak bu güzelliğe dercesine. Bir elimde şişe ve içi şişovanın en güzel üzümlerinden yapılmış şarap ile dolu, bir elimde ise şişovanın güzel elması doyasıya alınan şarap yudumlarının ardından elmaya bir ısırık ve müthiş bir tat. Dalıyorum ovaya ova büyük sağ tarafım izlava, tam karşımda ladevsa ve göz alabildiğine uzanan usturumca ovası. şaraptan alınan yudumlar beni erdirmek üzere yavaş adımlarla bulunduğum tepeyi geziyorum tepede soğuk savaş dönemlerinden kalma bir çok siperler var şaşkın şaşkın bakıyorum. Bazılarının içine bile giriyorum içlerinde bomba çukurları bile var. Tepenin eteklerinden börtü böcekleri bile uyandırmadan ovaya indim. Tarla yolları hareketli herkesin altında at ve eşek arabaları evlere dönüş var. Yoldan geçenler selam veriyor akşam basmak üzere olduğu için dobar veçer diyorlar bende çok biliyorum ya büyük bir sevinçle dobra veçer diyorum. Biliyorum ki bu dönüş onları evlerine vardıklarında kendi yaptıkları mastikadan veya şarap'tan bir iki bardak içtiklerinde mutlu edecek ve tüm yorgunlukları gidecek. Böylesine duygular ile ile yürüye yürüye, etrafa baka yine bir tepe üzerine geldim bu tepe de koruluk var ve bu tepenin adı apçoların korulu buradaki makedon köylüler hala eski adları muhafaza etmede. Tepeden aşağıya bakıyorum kavaklar sarılı kırmızılı renge boyanmış gövdelerindeki beyazlıklar ve karalıklar gök yüzündeki kızıllık ile müthiş bir uyum içinde. Biliyorum ki; doğanın sunduğu bu güzellik karşısında içinde sanatçı ruhu olan insanlar ister istemez doğanın kendilerine sunduğu bu guzelliği, birkaç fırça darbeleri ile onun böğründen çıkarıp tualine aktaracak. Tepede böylesine bunları düşünürken hafif bir esinti hey bana bak beni dinle ben buralara çoktandır uğramazdım dedi, ve ardından esintimdeki güzel kokuları içine sindir bu kokular 1950 lerden kalma kokular, kokuları içime sindire sindire çektim bu anamın kokusu, bu babamın kokusu, bu ağbimin kokusu, bu fakiye abamın kokusu, seyfi abimin kokusu, bu nakiyenin kokusu koca bubamın kokusu. bu koca anamın kokusu, bu fidan abamın kokusu, bu fidaye abamın kokusu, bu ibrahim amcamın kokusu, bu şefkali amcamın kokusu, bu ethem amcamın kokusu, bu osman amcamın kokusu, bu fati teyzemin kokusu, bu bati tezemin kokusu , abe sen nerdesin seni ararım ya, bu da kolonun sesi demekki fazla dalmışım. Abe dalmışım biraz - niçi be yavu gene ne galdi aklına. -Abe bi şey gelmedi. -abe dimi bu akşam levko gelecek belkilım galmıştır.
7 Ağustos 2007 Salı
kavun, beyaz peynir ve rakı
Oğul ve Ana
Bir gün bir ana hergün rakı ve şarap içen oğluna be oğlum bu kadar çok içme der, .
bu kadar çok içmen için ne derdin var der.?
-Oğul yok be anacığım hatta hiç bir dedim yok demiş.
Gene içmeye başlamış.
-Anne bir daha oğlum içme, kendi kendini telef ediyorsun, ayrıca beni de çok üzüyorsun demiş?- Oğulda peki güzel anacığım bir daha içmeyeceğim demiş. Amma bir şartım var demiş.
- Anne'de nedir o şartın demiş?.
-Oğul bizim cami'nin imamıma gıt bir defaya mahsus benimle içerse içkiyi bırakıcam demiş.
Ana çaresiz; ne yapsın, cami imamına gider yalvarır, yakarır en sonunda imam bir defaya mahsus olmak üzere içmeye karar verir.
Ve kararlaştırılan günde imam ve oğul bir meyhanede otururlar.
Meze olarak'ta kavun ve beyaz peyniri seçerler.
İçkinin sonunda oğul imam'a hocam Allah razı olsun annemi kırmadın benimle oturup içtin der.
Bende bu saatten sonra bu içki içmeyi bırakıyorum der.
-Hoca da bir şartla der.
Ama bundan sonra kavunsuz, beyaz peynirsiz, birde bensiz rakı içersen haram olsun der.
Çoban.
"Şu yarım yamalak dünyada ne tam kafiriz, ne tam Müslüman". Ömer hayyam.
Sabah kahvelerimizi kazanın başında içtik.
Ateşi de yaktık.
Bir güzelce üzümler yukarıdan taşındı kazana dolduruldu kapak olacak kazan yerleştirildi hava almasın diye yanları çirişlendi .
-Bak bura dedi kolo aga ben şinicik gidecim almalara sen lazıim burda kalasın te otur burda kaynat rakici demem o ki ratına bak(rahatına) havada güzel baktın yel eser atarsın bir iki bardacik(bardak) sağlam raki ısınırsın.
Tamam sen meraklanma nasılsa öğrendim rakı kaynatmayı.
De ba yav ne meraklanacim derecede orada galdimi 45 derece kaldırisın kazanı. Derece dediği şamandıra gibi bi şey kazanın içinde döner durur.
Kolo elmalara gitti hava da serin oh gel keyfim gel.
Patatesleri de kül altına ohh.
Yaklaşık bir buçuk saat sonra rakı damlamaya başladı onbeş yirmi dakika sonra tam anlamıyla başladı.
Patateslerim pişti bırtanesini soydum ve kenarda hazır kıta olarak bekliyor.
Müthiş bir haz alıyorum düşünsenize rakı kaynatıyorum ve kaynattığım rakıdan içiyorum.
Neyse beklenen an geldi biraz patates bir bardak rakı şırlan (yağ) gibi gidiyor rakı tam kıvamında. Şavala gene uğradı biraz sohbet ettik ben şini gidecim sen gene yalnız kalacaksın be yavu dedi. Olsun be aga canını sıkma sen dedim.
Şavala gittikten sonra az bişey kaldı kazanın dolmasına tam da o sırada koyunları ile bir çoban geldi.
Dobardan be çövek dedi.
-Dobardan(daha önceden tanıdığım biri bizler köyden göçtükten sonra bunlar taşınmışlar köye ve bunlara burada la diyorlar)dedim.
- Day gulema bardak rakiya be, eh rakı akarsa çeşmeden herkese ver diyen kolo, adama bir büyük bardak rakı verdim adam başladı küfür etmeğe.
Ağzına gelen küfürleri savuruyor bu arada adamın karısı da geldi adamı yanına çağırıyor adam gitmez, tam da bu sırada zorko yenge gözüktü adamın söylediklerini duydu yavrularını çakaldan veya tilkiden korumak isteyen tavukların kabardıkları ve yavrularını kanatları altına aldıkları an gibi birden öne atıldı.
Abey dedi ve başladı bağırmaya şini dedi kolo gelecek bakalım sen kime küfür edersin adam ve karısı koyunları taparlayıp mezarlık boyunca aşağıya doğru gittiler.
On dakika kadar sonra kolo geldi traktör ile, kolonun geldiğini duyan zorko çıktı ve ona olanları anlattı.
Nee dedi bana dönüp bin dedi traktöre şini o gavur almalara da (elma) gidecek bi güzel dövim oni dedi.
Yavu rakıyı içeri alalım bare yok be yavu kalsın bişey olmaz ona.
Çaresiz yola koyulduk tam da elmalara yaklaştık o da ne adam koyunları elmaların altına yaymış karısı örgü örer bunu gören koloyu tut tutabilirsen.
Traktörden hışımla indi ve abey ......................gavuru dedi ve elmaların altından bir vastar aldı(sopa, dayanak) yermisin yemezmisin adam şaşırdı karı araya girer kaç ordan be budala der karışmaya de gelmez.
İzlava yolu üzerinden gelen bir at arabası arabada vanço; ne oldi be celo? olanı biteni anlattım o da aynı tepkiyi .......................gavuru demesinmi. Ya işte benim köyümün güzel insanları.
Aradan bir sene geçti yine kafam esti ver elini şişova. Gene rakı kaynatıyoruz sabah kahvelerimizi istoyençenin hanımı jivka getirdi.
Celo ay kavelerinizi için şini, sora(sonra) gene papara yeciz.
Kazan başı muhabbetleri güzel oluyor bir ara çoban ne yapıyor dedim.
Ah o mi, o gavurimi sorarsın öldü o be dedi.
Açan bi gün eve gelmemiş te arama çıkmışlar dada(dağ) ölüsünü büldular.
Yabanat parçalamış hep, hem kokuşmiş imiş dedi.
Abey bak bura siz açan burdan gittiniz onlar buralara yerleştiler.
Ama gel gelelim hiç anlaşamadık be yavu.
Bubanlarle öteki köylülerle mısmıl (adam gibi) yaşardık bunlar bura geldi köy bozuldi.
Şişova 69, 70 hanelik bir köy. 60 hanesi Türk, 9, 10 hanesi Makedonyalı.
Köydeki eğitim Türkler çoğunlukta olduğu için Türkçe ve daskalları(öğretmen) babam.
Oradan geldikten sonra burada da öğretmenlik yaptı ve şimdi emekli.
Sabah kahvelerimizi kazanın başında içtik.
Ateşi de yaktık.
Bir güzelce üzümler yukarıdan taşındı kazana dolduruldu kapak olacak kazan yerleştirildi hava almasın diye yanları çirişlendi .
-Bak bura dedi kolo aga ben şinicik gidecim almalara sen lazıim burda kalasın te otur burda kaynat rakici demem o ki ratına bak(rahatına) havada güzel baktın yel eser atarsın bir iki bardacik(bardak) sağlam raki ısınırsın.
Tamam sen meraklanma nasılsa öğrendim rakı kaynatmayı.
De ba yav ne meraklanacim derecede orada galdimi 45 derece kaldırisın kazanı. Derece dediği şamandıra gibi bi şey kazanın içinde döner durur.
Kolo elmalara gitti hava da serin oh gel keyfim gel.
Patatesleri de kül altına ohh.
Yaklaşık bir buçuk saat sonra rakı damlamaya başladı onbeş yirmi dakika sonra tam anlamıyla başladı.
Patateslerim pişti bırtanesini soydum ve kenarda hazır kıta olarak bekliyor.
Müthiş bir haz alıyorum düşünsenize rakı kaynatıyorum ve kaynattığım rakıdan içiyorum.
Neyse beklenen an geldi biraz patates bir bardak rakı şırlan (yağ) gibi gidiyor rakı tam kıvamında. Şavala gene uğradı biraz sohbet ettik ben şini gidecim sen gene yalnız kalacaksın be yavu dedi. Olsun be aga canını sıkma sen dedim.
Şavala gittikten sonra az bişey kaldı kazanın dolmasına tam da o sırada koyunları ile bir çoban geldi.
Dobardan be çövek dedi.
-Dobardan(daha önceden tanıdığım biri bizler köyden göçtükten sonra bunlar taşınmışlar köye ve bunlara burada la diyorlar)dedim.
- Day gulema bardak rakiya be, eh rakı akarsa çeşmeden herkese ver diyen kolo, adama bir büyük bardak rakı verdim adam başladı küfür etmeğe.
Ağzına gelen küfürleri savuruyor bu arada adamın karısı da geldi adamı yanına çağırıyor adam gitmez, tam da bu sırada zorko yenge gözüktü adamın söylediklerini duydu yavrularını çakaldan veya tilkiden korumak isteyen tavukların kabardıkları ve yavrularını kanatları altına aldıkları an gibi birden öne atıldı.
Abey dedi ve başladı bağırmaya şini dedi kolo gelecek bakalım sen kime küfür edersin adam ve karısı koyunları taparlayıp mezarlık boyunca aşağıya doğru gittiler.
On dakika kadar sonra kolo geldi traktör ile, kolonun geldiğini duyan zorko çıktı ve ona olanları anlattı.
Nee dedi bana dönüp bin dedi traktöre şini o gavur almalara da (elma) gidecek bi güzel dövim oni dedi.
Yavu rakıyı içeri alalım bare yok be yavu kalsın bişey olmaz ona.
Çaresiz yola koyulduk tam da elmalara yaklaştık o da ne adam koyunları elmaların altına yaymış karısı örgü örer bunu gören koloyu tut tutabilirsen.
Traktörden hışımla indi ve abey ......................gavuru dedi ve elmaların altından bir vastar aldı(sopa, dayanak) yermisin yemezmisin adam şaşırdı karı araya girer kaç ordan be budala der karışmaya de gelmez.
İzlava yolu üzerinden gelen bir at arabası arabada vanço; ne oldi be celo? olanı biteni anlattım o da aynı tepkiyi .......................gavuru demesinmi. Ya işte benim köyümün güzel insanları.
Aradan bir sene geçti yine kafam esti ver elini şişova. Gene rakı kaynatıyoruz sabah kahvelerimizi istoyençenin hanımı jivka getirdi.
Celo ay kavelerinizi için şini, sora(sonra) gene papara yeciz.
Kazan başı muhabbetleri güzel oluyor bir ara çoban ne yapıyor dedim.
Ah o mi, o gavurimi sorarsın öldü o be dedi.
Açan bi gün eve gelmemiş te arama çıkmışlar dada(dağ) ölüsünü büldular.
Yabanat parçalamış hep, hem kokuşmiş imiş dedi.
Abey bak bura siz açan burdan gittiniz onlar buralara yerleştiler.
Ama gel gelelim hiç anlaşamadık be yavu.
Bubanlarle öteki köylülerle mısmıl (adam gibi) yaşardık bunlar bura geldi köy bozuldi.
Şişova 69, 70 hanelik bir köy. 60 hanesi Türk, 9, 10 hanesi Makedonyalı.
Köydeki eğitim Türkler çoğunlukta olduğu için Türkçe ve daskalları(öğretmen) babam.
Oradan geldikten sonra burada da öğretmenlik yaptı ve şimdi emekli.
şişova
Yaşadığın her gün en güzel gündür
Her sabah olduğu gibi bu sabahta erken kalktım .
-Zorko nasıl güzel uyudunmu bu gece.
-Uyudum enge(yenge) uyudum ama masadaki şarap ta bitti.
-Ko bitsin gene dolduraciz şarap kıtlii yok a.
kolo aga geldi - abe erkencisin ya dedi.
-abe bura geldikten sonra hep erkenciyim havasındandır belki.
Bu arada kahvelerimiz oldu muhabbetle içtik kahvelerimizi.
Zorko her sabah kalktığında bizi kahvesiz bırakmaz yanında suyunu da getirir.
-Bu gün raki kaynataciz dedi kolo hem öle az da dil çok kaynataciz.
-Olsun be yav istediğin kadar kaynatırız işim ne dedim.
Hep beraber kalktık zorko enge ben bulaşıkları yıkacim dedi siz bakın gare işinize dedi.
Biz de odunları kazanın yanına getirdik ve bir güzelce yığdık.
-Şini ben öteki kazanlarıda getirecim bi güzal yıkalım(yıkama) buracıkta, sonra gene fıçilardan üzümleri taşaciz dökeciz te bu kazana üstünede te bu kazani koyaciz sonra ben dari unundan bişey yapacim ava almasın di bunu süreciz yanlarına.
Kuyudan sular çekildi kazanlarımız bir güzel temizlendi ateş yakıldı kazan yerleştirildi içine üzüm suları posalarıyla beraber dolduruldu kapak olacak kazana delik olan tarafından imbik yerleştirildi imbiğin borusu da yantarafta bulunan soğuk su dolu haznenin içinden geçirildi ve aşağıdan muslukta bağlandı, musluğun altına da 30 litrelik çinko bir kazan konuldu.
-Tamam şini işimiz bitti gare te şini bekleciz raki bir iki saatte kaynacak sora burdan akacak derken abe tülbenti bağlacak idim te muslun ağzına unuttum ya.
Yukarı eve çıktı bir elinde tülbent bir elinde yapraklar var te şini tamam dedi bu yapracıklari da taşla ezim biraz neka parçalansın onlarida koyacim tülbente öyle bağlacim çeşme(kazanın musluğu) Denilenleri yaptı bir kaç kütük daha attı kazana.
-Bak bura dedi niçin koydum o yapracıkları dersin o tülbente cevabını da kendisi verdi açan raki akacak hep beyaz ama bu yaprakçikları koydimmi akacak sarı raki olacak o zaman, viski gibi anlarmisın dedi ve yukarı eve çıktı.
Rakı iyice kaynamaya başladı ve beklenen an geldi ilk damlalar akmaya başladı zamanla çeşmeden az su akar gibi akmaya başladı bayağ şırıl şırıl akıyor eh rakı çeşmeden akarda ben doldurmazmıyım doldurup atıverdim bir bardak o da ne sert ne yapayım neyapayım külün içine patates koymak geldi aklıma ve patatesleri külün altına oh ne rahat.
Karşı tarafta bir ev var ve bu evde de bir aile ve en yaşlıları evden çıktı ve iki dakika sonra yanımda.
-İzdravo jivo ve ardından da doberdan dedi.
-doberdan dedim.
Makedonca birşeyler daha söyledi ama anlamadım.sonra birden Türkçeye çevirdi.
-Abe sen olmasın müslüman be dedi.
-nasıl da bildin müslümanım dedim.
-Kimlerdensın, du(dur) bakayım kime benzesin(benzer) da çok baktı baktı abe dedi sen olmasın veyızın oli(oğlu)
-Bak nasılda bildin veyizin oğlu olduğumu.
-Eh be çocuk bilırım tabi senelerdir beraber yaşadık nasıl bilmecim. Mare deden sami(sağmı)daha, ona burda derlerdi babo üsin(hüseyin) napar neder(neyapar ne eder)
Sağ ya ne yapsın oraya buraya gezinir bir iki tane kuzucuğu var onlar le eğlenir işte.
-Abe da kuzi mi bakar?
Bu arada kolo yukarıdan aşağıya inmekte bende birer bardak rakı doldurdum patatesler pişmiş bir de güzel olmuşlar rakıyı içmeden patates ısırıyorum ve ardından rakı mis gibi. Yağ gibi gidiyor.
Kolo geldi a, abe hoşgaldın be kiro ne zaman galdın ya.
-Abe temıncak geldim.
-Tanıştinizmi celal le
-Tanıştık ya veyızın oliymiş. Kolo bana döndü- bak bura dedi bu kim bilırmısin buna derler şavala kiro açan gidecin eve bubanlara(babana) acanlara(amcanlara) düverısın(söylersin) şavalayla oturdum dersin.
Rakının akışı iyice hızlandı abire dolduruyorum.
Biraz patates, bi bardak rakı bu arada kolo aganın ufak torunda geldi sürekli rakı içişimi izledi en sonunda demesinmi -çiçko day maleçka bardak rakiya(ufak bardak) dedesine baktım ve be yavu dedi bizde yok öle vermemek yok öle yasak açan ister vereceksin.
Bardağı çeşmenin altına oradan vensoya servis, venso patatessiz içermi içmez, çiçko day kompiram, aha day hadi bakalım. Venso durmadan çiçko day maleçka bardak rakiya, day kompiram bende durmadan verdim.
Ama ölçülü; ve vensoya kağıttan uçaklar yaptım bir elinde rakı bir elinde avionu aman ne sevindi yan taraftaki çocukları getirdi, onlarada avion yapmamı istedi o gün rakı kazanının başı bir kalabalık olduki sormayın.
Aradan seneler geçti ve1994 yılında kafam esti pasoportu elime aldığım gibi ver elini Makedonya
Üsküp, te bir gece kaldım ve ertesi gün usturumca radoviş'i geçince ladevsa var ve muavin bağırıyor ladevsa ima(varmı ladevsa da inecek anlamında) büyük bir sevinçle ima ladevsa diyorum.
Derenin üzerindeki tahta köprüden geçiş ve köyümün yollarında nazi almanyasının zırhlı araçları siperlikleri ibretlik için bırakılmış. Ve işte şişova ve işte şişovalı.
bu seneki gelişimde venso yok idi ama onun yerini alacak başka birileri vardı. Dany ve kızkardeşi zorise dany ile ovada dolaşmadığımız yer kalmadı, zorise ise hep güler hepte turta yapar. 1994 yılından buyana 13 sene geçti bir türlü gidemedim ama gene bir gün kafam esecek ve pasoportumu aldığım gibi kimse kusura kalmasın noktalamıyorum
4 Ağustos 2007 Cumartesi
Sakın geç kalma
26 Temmuz 2007 Perşembe
Sakın geç kalma erken gel
Bu akşam gün batarken gel, sakın geç kalma erken gel, tahammül kalmadı artık, aman geç kalma erken gel. Bu şarkının dizelerinin sahibini padişah her zaman saraya çağırır ve haftalarca da sarayda kalırmış. Hanımı da evde bekler dururmuş, hergün gelecekmiş gibide temiz çamaşırlarını yatağının üzerine bırakır suyunu ısıtır, yemekler yapar, soğuk mezeler hazırlar rakı dolu karafakisinide kuyuya salar rakının buz gibi olmasını sağlarmış. Ve beklenen gün gelir kapı tokmağının sesini duyduğu gibi kapıya koşup açar, hoşgeldin hoşgeldin bey deyip sarılır suyun hazır istersen hemen banyonu yap bende bu arada masayı hazırlayayım der bey banyosunu yapar giyinir ve şefkat dolu bir sesiyle saatler olsun bey der. Masaya otururlar beyinin rakısını doldurur ve bir iki yudum bi şeyler atıştırdıktan sonra sohbete dalarlar o kadar güzel olan bu sohpeti kapının tokmak sesi bozar kadın eyvah der o anda beyine bakar beyinin boynu bükülmüş ne yapayım dercesine yüzüne bakmakta ve bey merdivenlerden aşağıya inip kapıyı açar, kapıyı çalan sarayın habercisidir eline bir kağıt verir bey kağıdı okuduktan sonra ne yapalım deyip hazırlanır kadıncağızın sesi çıkmaz ve uğurlarken "bey bey sakın geç kalma erken gel" der. Gidiş o gidiş saray da sazlar çalınır şarkılar söylenir, kadehler boşalır dolar bu arada sanatçılarımız boş durmazlar herkes yakaladığı anı değerlendirmeye çalışır yeni besteler yapılır, yavaş seslerle birbirlerinin kulaklarına söylerler o arada padişahın gözünden kaçmaz bu tınılar ve bestekarlardan (benim hatırladığım kadarıyla Tatyos efendi) Tatyos efendiye seslenir ne oluyor sanatçılar kendi aralarında bir şeyler mırıldanıyor der, tatyos efendi padişahın yanına gider ve padişaha devletlüm o genç arkadaşımız geçen sefer 24 gün kalmış idi evine gittiğinde helali herşeyini hazırlamış, çamaşırlarını değiştirmiş, sofraya oturup birşeyler yiyeceklerken tam o sırada sarayın habercisi kapının tokmağını vurur ve buraya birlikte gelirler amma buraya, saraya gelirken hanımı arkasından seslenmiş -bey bey sakın geç kalma erken gel demiş, o da kendisine şefkatle söylenen o güzel sözü güftelemiş hep beraber mırıldanır dururlar bana da hadi gel şuracıkta şunu bir güzel bestele deyip dururlar -Padişah neymiş o bestelenecek olan sözler hele bir tekrarla bakayım der -Tatyos efendi elinde hazır yazılı güfteyi okur -Padişah pekte güzelmiş tez bestele ve okuna der. Şarkımız bir güzel bestelenir ve bir güzelde hep bir ağızdan söylerler ve sonunda padişah güftekarımızı yanına çağırır elini omzuna koyar pekte güzelmiş güften , nede güzelmiş o sözler dedikten sonra tatyos efendiye döner herkes izinli, herkes tez evine döne der ve o güzel akşam orada son bulurken başka bir akşamın güzelliği dizeler de şöyle başlar; Bu akşam gün batarken gel./Sakın geç kalma erken gel/Tahammül kalmadı artık/Aman geç kalma erken gel/Cefa etme bana mahım/Sonra tutar seni ahım/Üzme beni şivekarım/Aman geç kalma erken gel.
Gönderen celal zaman: 11:16
Etik
Sakın geç kalma erken gel
Bu akşam gün batarken gel, sakın geç kalma erken gel, tahammül kalmadı artık, aman geç kalma erken gel. Bu şarkının dizelerinin sahibini padişah her zaman saraya çağırır ve haftalarca da sarayda kalırmış. Hanımı da evde bekler dururmuş, hergün gelecekmiş gibide temiz çamaşırlarını yatağının üzerine bırakır suyunu ısıtır, yemekler yapar, soğuk mezeler hazırlar rakı dolu karafakisinide kuyuya salar rakının buz gibi olmasını sağlarmış. Ve beklenen gün gelir kapı tokmağının sesini duyduğu gibi kapıya koşup açar, hoşgeldin hoşgeldin bey deyip sarılır suyun hazır istersen hemen banyonu yap bende bu arada masayı hazırlayayım der bey banyosunu yapar giyinir ve şefkat dolu bir sesiyle saatler olsun bey der. Masaya otururlar beyinin rakısını doldurur ve bir iki yudum bi şeyler atıştırdıktan sonra sohbete dalarlar o kadar güzel olan bu sohpeti kapının tokmak sesi bozar kadın eyvah der o anda beyine bakar beyinin boynu bükülmüş ne yapayım dercesine yüzüne bakmakta ve bey merdivenlerden aşağıya inip kapıyı açar, kapıyı çalan sarayın habercisidir eline bir kağıt verir bey kağıdı okuduktan sonra ne yapalım deyip hazırlanır kadıncağızın sesi çıkmaz ve uğurlarken "bey bey sakın geç kalma erken gel" der. Gidiş o gidiş saray da sazlar çalınır şarkılar söylenir, kadehler boşalır dolar bu arada sanatçılarımız boş durmazlar herkes yakaladığı anı değerlendirmeye çalışır yeni besteler yapılır, yavaş seslerle birbirlerinin kulaklarına söylerler o arada padişahın gözünden kaçmaz bu tınılar ve bestekarlardan (benim hatırladığım kadarıyla Tatyos efendi) Tatyos efendiye seslenir ne oluyor sanatçılar kendi aralarında bir şeyler mırıldanıyor der, tatyos efendi padişahın yanına gider ve padişaha devletlüm o genç arkadaşımız geçen sefer 24 gün kalmış idi evine gittiğinde helali herşeyini hazırlamış, çamaşırlarını değiştirmiş, sofraya oturup birşeyler yiyeceklerken tam o sırada sarayın habercisi kapının tokmağını vurur ve buraya birlikte gelirler amma buraya, saraya gelirken hanımı arkasından seslenmiş -bey bey sakın geç kalma erken gel demiş, o da kendisine şefkatle söylenen o güzel sözü güftelemiş hep beraber mırıldanır dururlar bana da hadi gel şuracıkta şunu bir güzel bestele deyip dururlar -Padişah neymiş o bestelenecek olan sözler hele bir tekrarla bakayım der -Tatyos efendi elinde hazır yazılı güfteyi okur -Padişah pekte güzelmiş tez bestele ve okuna der. Şarkımız bir güzel bestelenir ve bir güzelde hep bir ağızdan söylerler ve sonunda padişah güftekarımızı yanına çağırır elini omzuna koyar pekte güzelmiş güften , nede güzelmiş o sözler dedikten sonra tatyos efendiye döner herkes izinli, herkes tez evine döne der ve o güzel akşam orada son bulurken başka bir akşamın güzelliği dizeler de şöyle başlar; Bu akşam gün batarken gel./Sakın geç kalma erken gel/Tahammül kalmadı artık/Aman geç kalma erken gel/Cefa etme bana mahım/Sonra tutar seni ahım/Üzme beni şivekarım/Aman geç kalma erken gel.
Gönderen celal zaman: 11:16
Etik
Şahmeran

Şahmeran
Şahmeran:
Yaklaşık 2 metre boyunda yaptığı işlerin hep doğruluğuna inanan alnı açık başı dik kuyudan çıkışı bile bir olay olan ve kendisini ele veren camisab'a karşı hiç kızmayan( camisab onun yanında 7 sena kalmış ve bilimin her türlüsünü ondan öğrenmiş) Şu asalete bak.İsa'dan sonra ikinci yüz yılda Marcus aurelius zamanın da yaşadığı sanılan glaikon dan esinlenilmiştir. Baş, kuyu ve taht kendi tasarımım. Çamurdan yapılmış ve kalıb çıkarılmış olup nermer tozu ve beyaz çimento harcı karılıp
kalıba dökülmüştür. Hemen tam arkasında ise dut ağacının üstünde benim kendi büstüm bulunmaktadır. Mahalle'den gelip geçenler evimin hep gizeminden bahsederler, bazen kendim duyuyorum"ammada gizemli bir ev "diyorlar. Karşısına geçip bir iki yudum bir şeyler içmek rahatlatıyor insanı büyülü bir havası var o büyülü hava beni alıp bir yerlere götürüyor ve geri nasıl geldiğimi hatırlamıyorum bilem.
Gönderen celal zaman: 03:16
Taç,Hırka, Sofra
27 Temmuz 2007 Cuma
Taç, Hırka. Sofra.
Taç, Hırka, Sofra
Bir sabah, halifeleri emanetleri almak niyetiyle namaz'dan sonra oturdular.
Büyük bir ateş yaktılar.
O ara gelen Hoca Ahmed onların niyetini bildi.
Orada meydanın bir tarafında çiçeklenmiş bir darı vardı.
Ahmed Yesevi dediki:"-Kim bu darı çiçeğinin üstüne seccadesini koyup namaz kılar da, çiçek dahihiç zarar görmezse, o emanetler gelip O'nun başı ucuna dikile.
Hem zaten nafile zahmet çekmeyin, sahibi neredeyse buraya gelir.
"Ve Hoca;-Ya bektaş!" diye nida etti.
Bektaş nidayı uzaklardan duyup geldi.
Selam verdi.
Hoca Ahmed ve müridleri ayağa kalktılar.
Yesevi'nin işareti üzerine Hacı Bektaş darı çiçeği üzerine seccadesini koydu ve iki rekat namaz kıldı.
Darının bir tanesi bile yerinden oynamadı.
O esnada emanet taç hemen havalanıp Bektaş'ın başına, hırka arkasına geçti.
Sofra ile aydınlanan çerağ ve alem ve seccade dahi gelip başının üzerindedurdu.
Bunun üzerine Hoca Ahmed Yesevi:-Ya Hacim Bektaş Veli, işte nasibin aldın.
Sana beşaret olsun ki, Kutb-ül aktablık mertebesi senindir.
Ve kırk yıl hükmün vardır.
İmdiye kadar bizim idi.
Bundan böyle senin olsun.
Zaten bizimde intikal vaktimiz geldi.
Haydi git.Seni Rum'a saldım.
Rum abdallarına seni baş kılıp ser çeşme eyledim.
Taç, Hırka, Sofra, sahibi olmak o kadar kolay değilmiş. Dimi.
Gönderen celal zaman: 07:46
Taç, Hırka. Sofra.
Taç, Hırka, Sofra
Bir sabah, halifeleri emanetleri almak niyetiyle namaz'dan sonra oturdular.
Büyük bir ateş yaktılar.
O ara gelen Hoca Ahmed onların niyetini bildi.
Orada meydanın bir tarafında çiçeklenmiş bir darı vardı.
Ahmed Yesevi dediki:"-Kim bu darı çiçeğinin üstüne seccadesini koyup namaz kılar da, çiçek dahihiç zarar görmezse, o emanetler gelip O'nun başı ucuna dikile.
Hem zaten nafile zahmet çekmeyin, sahibi neredeyse buraya gelir.
"Ve Hoca;-Ya bektaş!" diye nida etti.
Bektaş nidayı uzaklardan duyup geldi.
Selam verdi.
Hoca Ahmed ve müridleri ayağa kalktılar.
Yesevi'nin işareti üzerine Hacı Bektaş darı çiçeği üzerine seccadesini koydu ve iki rekat namaz kıldı.
Darının bir tanesi bile yerinden oynamadı.
O esnada emanet taç hemen havalanıp Bektaş'ın başına, hırka arkasına geçti.
Sofra ile aydınlanan çerağ ve alem ve seccade dahi gelip başının üzerindedurdu.
Bunun üzerine Hoca Ahmed Yesevi:-Ya Hacim Bektaş Veli, işte nasibin aldın.
Sana beşaret olsun ki, Kutb-ül aktablık mertebesi senindir.
Ve kırk yıl hükmün vardır.
İmdiye kadar bizim idi.
Bundan böyle senin olsun.
Zaten bizimde intikal vaktimiz geldi.
Haydi git.Seni Rum'a saldım.
Rum abdallarına seni baş kılıp ser çeşme eyledim.
Taç, Hırka, Sofra, sahibi olmak o kadar kolay değilmiş. Dimi.
Gönderen celal zaman: 07:46
Hayyam
27 Temmuz 2007 Cuma
hayyam.
Hayyamdan Dörtlükler
Bir elde kadeh, bir elde Kuran
Bir helaldir işimiz, bir haram
Şu yarım yamalak dünyada
Netam kafiriz, ne tam Müslüman
Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok
Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.
Her sabah yeni bir gün doğarken
Bir gün de eksilir ömürden
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen.
Dünya dediğin bir bakışımızdır bizim
Ceyhun nehri kanlı gözyaşımızdır bizim
Cehennem boşuna dert çektiğimiz günler
Cennetse, gün ettiğimiz günlerdir bizim.
Varmı dünyada günah işlemeyen söyle
Yaşanırmı hiç günah işlemeden söyle
Bana kötü deyip kötülük edecekse
Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.
Beni özene bezene yaratan kim? sen!
Ne yapacağımıda yazmışsın önceden
Demek günah işletende sensin bana
Öyleyse nedir o cennet cehennem?
Benim halimden haber sorarsan
Bir çift sözüm var sana, yürekten
Sevginle gireceğim toprağa
Sevginle çıkacağım topraktan.
Ömer Hayyam.
hayyam.
Hayyamdan Dörtlükler
Bir elde kadeh, bir elde Kuran
Bir helaldir işimiz, bir haram
Şu yarım yamalak dünyada
Netam kafiriz, ne tam Müslüman
Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok
Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.
Her sabah yeni bir gün doğarken
Bir gün de eksilir ömürden
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen.
Dünya dediğin bir bakışımızdır bizim
Ceyhun nehri kanlı gözyaşımızdır bizim
Cehennem boşuna dert çektiğimiz günler
Cennetse, gün ettiğimiz günlerdir bizim.
Varmı dünyada günah işlemeyen söyle
Yaşanırmı hiç günah işlemeden söyle
Bana kötü deyip kötülük edecekse
Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.
Beni özene bezene yaratan kim? sen!
Ne yapacağımıda yazmışsın önceden
Demek günah işletende sensin bana
Öyleyse nedir o cennet cehennem?
Benim halimden haber sorarsan
Bir çift sözüm var sana, yürekten
Sevginle gireceğim toprağa
Sevginle çıkacağım topraktan.
Ömer Hayyam.
Sarhoş olun
27 Temmuz 2007 Cuma
Sarhoş olun
Sarhoş Olun
Her zaman sarhoş olmalı.
Her şey bunda: Tek sorun bu.
Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız.
Ama neyle, şarapla şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.
Ama sarhoş olmalısınız.
Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları , bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış yada büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız; sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun: "Saat kaç" deyin;yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını:"Sarhoş olma saatidir...
Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına!Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.
"Tankut Sözeri
Sarhoş olun
Sarhoş Olun
Her zaman sarhoş olmalı.
Her şey bunda: Tek sorun bu.
Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız.
Ama neyle, şarapla şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.
Ama sarhoş olmalısınız.
Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları , bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış yada büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız; sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun: "Saat kaç" deyin;yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını:"Sarhoş olma saatidir...
Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına!Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.
"Tankut Sözeri
Hallaç
27 Temmuz 2007 Cuma
Hallaç
Hallaç
Gördüm
"Kimsin sen" dedi. "Sen"
"Haydi eski sadık dostlarım, öldürünüz beni!
Benim yaşamım öldürülmemden geçer
Ölümüm yaşamak, yaşamam ise ölmektir!
Sizden dilediğim son arzu:
Varlığımın ortadan kaldırılması,
bana yapılacak en büyük bağıştır, öldürünüz beni
Benim yaşamayı sürdürmem,
Haksızlıkların en kötüsünü işlemem olacaktır
Hayatım beni canımdan iğrendirdi
Bu çürümüş yıkıntılar arasında.
Öldürünüz, yakınız dayanılmaz kemikler arasında, sıkışmiş beni!
Ben bir aile babasıydım, üstelik yüksek sıradan
Ve süt nineler kucağında torunluk yapmıştım.
Şimdi tuzlu topraklar içindeki bir mezarın soğukmu soğuk
Taşları altında kalıbım dinleniyor.
Benim anam kendi babasını doğurdu
İşte böyle olağan üstü ana benimkisi!
Belimden gelen kızlarım bana kardeş oldular
Ne zamanın geçerli kurallarından bunlar
Ne de zina ilişkisinden filan!
Haydi şimdi dağılmış parçalarımı bir araya toplayınız,
Hava ateş ve sudan billurlaşmış.
Onları çorak bir toprağa ekip karıştırınız
Sonra verin hizmetçilerinizin ellerine güğümleri ve kabları,
Akan dereciklerde sular taşıyıp sulasınlar toprağımı!
Göreceksiniz yedinci günün sonunda
En güzel bir fidan filiz salacak.
"En El Hak!"
dediğinde,derisinden davul yaptıkları söylenir.
Sarsılı vermiş Tahran çarşısı bu söylemden.
"Öyleyse sen neredesin"
Bütünümle bütün sevgini sardım
Sanki içimdesin ey mukaddesim
Yönelir de kalbim bazen gayrına
Korkuyla titrerim, tutulur sesim
Ürpererek yine dönerim sana
Anlarım: Sen yoksan kimsesiz kaldım!
Şimdi ben uzakta, yapayalnızım
Hayat mahpesinde bitmiyor sızım
Yüce Mevla, şudur senden niyazım:
Bu hapisten çağır beni yanına!
Hallaç
Hallaç
Gördüm
"Kimsin sen" dedi. "Sen"
"Haydi eski sadık dostlarım, öldürünüz beni!
Benim yaşamım öldürülmemden geçer
Ölümüm yaşamak, yaşamam ise ölmektir!
Sizden dilediğim son arzu:
Varlığımın ortadan kaldırılması,
bana yapılacak en büyük bağıştır, öldürünüz beni
Benim yaşamayı sürdürmem,
Haksızlıkların en kötüsünü işlemem olacaktır
Hayatım beni canımdan iğrendirdi
Bu çürümüş yıkıntılar arasında.
Öldürünüz, yakınız dayanılmaz kemikler arasında, sıkışmiş beni!
Ben bir aile babasıydım, üstelik yüksek sıradan
Ve süt nineler kucağında torunluk yapmıştım.
Şimdi tuzlu topraklar içindeki bir mezarın soğukmu soğuk
Taşları altında kalıbım dinleniyor.
Benim anam kendi babasını doğurdu
İşte böyle olağan üstü ana benimkisi!
Belimden gelen kızlarım bana kardeş oldular
Ne zamanın geçerli kurallarından bunlar
Ne de zina ilişkisinden filan!
Haydi şimdi dağılmış parçalarımı bir araya toplayınız,
Hava ateş ve sudan billurlaşmış.
Onları çorak bir toprağa ekip karıştırınız
Sonra verin hizmetçilerinizin ellerine güğümleri ve kabları,
Akan dereciklerde sular taşıyıp sulasınlar toprağımı!
Göreceksiniz yedinci günün sonunda
En güzel bir fidan filiz salacak.
"En El Hak!"
dediğinde,derisinden davul yaptıkları söylenir.
Sarsılı vermiş Tahran çarşısı bu söylemden.
"Öyleyse sen neredesin"
Bütünümle bütün sevgini sardım
Sanki içimdesin ey mukaddesim
Yönelir de kalbim bazen gayrına
Korkuyla titrerim, tutulur sesim
Ürpererek yine dönerim sana
Anlarım: Sen yoksan kimsesiz kaldım!
Şimdi ben uzakta, yapayalnızım
Hayat mahpesinde bitmiyor sızım
Yüce Mevla, şudur senden niyazım:
Bu hapisten çağır beni yanına!
Aşık
27 Temmuz 2007 Cuma
Aşık
Anadolu Bilgesi
Göklerden süzüldüm tertemiz indim
Yere indim, yerli renge boyandım
Boz bulanık bir sel oldum, yürüdüm
Çeşit çeşit türlü renge boyandım.
Azgın azgın çağlayarak akarak
İnsafsızca tahrip ederek yıkarak
Ne utandım, ne kimseden korkarak
Kusur, günah , kirli renge boyandım.
Bir kuru sevdanın peşine düştüm
Nice kayalardan, taşlardan uçtum
Irmağa kavuştum, kendimden geçtim
Utandım da, arlı renge boyandım.
Yüzlerimi yere vurdum, süründüm
Çok dolandım, ırmak oldum göründüm
Eleklerden geçtim, yundum arındım
Kamilane karlı renge boyandım.
Irmak olup kavuşunca denize
Dalgalandık, coştuk,taştık biz bize.
Çok zaman seyrettim aya, yıldıza
Aydın, parlak, nurlu renge boyandım.
Veysel, yoktan geldim, yok olup geçtim
Ben deyenler yalan, gerçeği seçtim
Bir buhar halinde göklere uçtum
Kayboldum, o sırlı renge boyandım.
Aşık Veysel
Hey gidi koca aşık hey
Yattığın yer nur olsun.
Aşık
Anadolu Bilgesi
Göklerden süzüldüm tertemiz indim
Yere indim, yerli renge boyandım
Boz bulanık bir sel oldum, yürüdüm
Çeşit çeşit türlü renge boyandım.
Azgın azgın çağlayarak akarak
İnsafsızca tahrip ederek yıkarak
Ne utandım, ne kimseden korkarak
Kusur, günah , kirli renge boyandım.
Bir kuru sevdanın peşine düştüm
Nice kayalardan, taşlardan uçtum
Irmağa kavuştum, kendimden geçtim
Utandım da, arlı renge boyandım.
Yüzlerimi yere vurdum, süründüm
Çok dolandım, ırmak oldum göründüm
Eleklerden geçtim, yundum arındım
Kamilane karlı renge boyandım.
Irmak olup kavuşunca denize
Dalgalandık, coştuk,taştık biz bize.
Çok zaman seyrettim aya, yıldıza
Aydın, parlak, nurlu renge boyandım.
Veysel, yoktan geldim, yok olup geçtim
Ben deyenler yalan, gerçeği seçtim
Bir buhar halinde göklere uçtum
Kayboldum, o sırlı renge boyandım.
Aşık Veysel
Hey gidi koca aşık hey
Yattığın yer nur olsun.
Altay destanı
27 Temmuz 2007 Cuma
Altay Destanı
Altay Yaratılış Destanı
"Dünya bir deniz idi,
ne gök vardı, ne bir yer
,Uçsuz bucaksız,
sonsuz sular içreydi her yer!
Tanrı Ülgen uçuyor,
yoktu bir yer konacak,
Uçuyor arıyordu, katı bir yer, bucak.
Kutsal bir ilham ile, nasılsa gönlü doldu,
Kayıptan gelen bir ün, O'na bir çare buldu.
Göklerden gelen bir ses, Ülgene buyruk verdi:
Tut önündeki şeyi, hemen yakala! dedi.
Ülgen bu emre uydu, uzattı ellerini,
İçinden tekrarladı, semanın sözlerini.
Denizden çıkan bir taş, fırladı çıktı yüze,
Hemence taşı tuttu, bindi taşın üstüne,
Artık Ülgen memnundu, rahatı bulmuş idi.
Üzerinde duracak bir yeri olmuş idi.
Göklerin emri ile, bulunca Ülgen durak,
Artık vakit gelmişti, gökleri yaratacak.
Ülgen hep düşünmüştü, ta göklere bakarak,
Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım,
Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım!
Bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayım!
Bir Ak- Ene var idi, yaşardı su içinde,
Ülgen'e şöyle dedi, göründü su yüzünde,
Yaratmak istiyorsan, sen de bir şeyler Ülgen,
Yaratıcı olarak, şu kutsal sözü öğren,
De ki hep, "Yaptım oldu!", başka bir şey söyleme,
Hele yaratırken;"Yaptım olmadı!" deme.
Ak-Ene bunu dedi, sonra kaybolu verdi.
Denize dalıp gitti, bilinmez noluverdi.
Ülgen'in kulağından bu buyruk hiç çıkmadı,
İnsana bu öğüdü iletmekten bıkmadı:
Dinleyin ey insanlar, varı yok demeyiniz.
Ülgen yere bakarak:-yaratılsın yer demiş,
Ülgen yere bakarak:-yaratılsın gök demiş,
Bu buyruk üstüne, üstünü gök bezemiş,
Bu dünyanın yanına, yaratılmış üç balık,
Bu büyük balıkların üstüne dünya konmuş
Balıklar çok büyükmüş, dünyaya destek olmuş.
Bir başka balık ise, yere gerilmiş imiş,
Kapkaranlık kuzeye başı çevrilmiş imiş.
Ortadaki balığın başı, tam kuzeyde imiş
Tufan hemen başlarmiş, yönü az değişseymiş.
Onun başı herzaman , tam yönle durmalıymış,
Bu yön hiç durmadan, kuzeyde olmalıymış.
Destanda adı geçen üç balık,
Bursa basımı Osmanlı mangırlarında var.
Eh, varın Osmanlının bilgeliğini düşünün.
Altay Destanı
Altay Yaratılış Destanı
"Dünya bir deniz idi,
ne gök vardı, ne bir yer
,Uçsuz bucaksız,
sonsuz sular içreydi her yer!
Tanrı Ülgen uçuyor,
yoktu bir yer konacak,
Uçuyor arıyordu, katı bir yer, bucak.
Kutsal bir ilham ile, nasılsa gönlü doldu,
Kayıptan gelen bir ün, O'na bir çare buldu.
Göklerden gelen bir ses, Ülgene buyruk verdi:
Tut önündeki şeyi, hemen yakala! dedi.
Ülgen bu emre uydu, uzattı ellerini,
İçinden tekrarladı, semanın sözlerini.
Denizden çıkan bir taş, fırladı çıktı yüze,
Hemence taşı tuttu, bindi taşın üstüne,
Artık Ülgen memnundu, rahatı bulmuş idi.
Üzerinde duracak bir yeri olmuş idi.
Göklerin emri ile, bulunca Ülgen durak,
Artık vakit gelmişti, gökleri yaratacak.
Ülgen hep düşünmüştü, ta göklere bakarak,
Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım,
Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım!
Bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayım!
Bir Ak- Ene var idi, yaşardı su içinde,
Ülgen'e şöyle dedi, göründü su yüzünde,
Yaratmak istiyorsan, sen de bir şeyler Ülgen,
Yaratıcı olarak, şu kutsal sözü öğren,
De ki hep, "Yaptım oldu!", başka bir şey söyleme,
Hele yaratırken;"Yaptım olmadı!" deme.
Ak-Ene bunu dedi, sonra kaybolu verdi.
Denize dalıp gitti, bilinmez noluverdi.
Ülgen'in kulağından bu buyruk hiç çıkmadı,
İnsana bu öğüdü iletmekten bıkmadı:
Dinleyin ey insanlar, varı yok demeyiniz.
Ülgen yere bakarak:-yaratılsın yer demiş,
Ülgen yere bakarak:-yaratılsın gök demiş,
Bu buyruk üstüne, üstünü gök bezemiş,
Bu dünyanın yanına, yaratılmış üç balık,
Bu büyük balıkların üstüne dünya konmuş
Balıklar çok büyükmüş, dünyaya destek olmuş.
Bir başka balık ise, yere gerilmiş imiş,
Kapkaranlık kuzeye başı çevrilmiş imiş.
Ortadaki balığın başı, tam kuzeyde imiş
Tufan hemen başlarmiş, yönü az değişseymiş.
Onun başı herzaman , tam yönle durmalıymış,
Bu yön hiç durmadan, kuzeyde olmalıymış.
Destanda adı geçen üç balık,
Bursa basımı Osmanlı mangırlarında var.
Eh, varın Osmanlının bilgeliğini düşünün.
Şahmeran
Şahmeran duası


Şahmeran duası.
"Ya Allah 3 defa, La ilahe illallah, Mmuhammedi'n Resul Allah, 5 defa Ya Allah 5 defa, Ya Muhammad 5 defa La İlahe illa hüvel hayyül kayyum. Allahü la ilahe ,lla hüvel alim ul habür. Allahü la ilahe illa hüvel hakimül habir, La ilahe illallah Muhammedürrasülallah 4 defa, Ya Allah üç defa, Ya Muhammed 2 defa, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin. Rıdvanullahi Teala Aleyhim ecmain."
Haza Şerhi Şahmeran
"Her kim bu Şahmeran duasın okusa veya götürse bin türlü derde dermandır. Her kim götürse, 72 millet düşman olsa, kar kılmaya. Cümle alemin gözüne şirin görüne. Ve dahi halk içinde sözü üstün ola. Ve dahi bir kişiyi aşık kılmak dilese, bir açiklık yerde üç kerre okusa; birin koynuna üfürse ve birin yeryüzüne üfürse ve birin sevdiği kişinin üzerine üfürse, vallahi ve billahi eğer yerler altında yüz zincir ile bağlı olsa karar etmeyip elbette gele ve eğer altı aylık yolda ise kuş gibi uçup gele. Her kim üç kerre okusa şol mertebe olur ki, Şahmeran gibi kuvvetli ve heybetli ola. Her kim ne muradı varsa üç kerre okusa muradı hasıl olur. Tecrübe edilmiştir. Kadrini bilmeyenlere vermeyeler. Mücerrettir.Mücerret, Hiç evlenmemişe denir.Mücerretlik, Bektaşilikte bir makam olup, sol kulağa takılam bir küpe ile tesmiye edilirdi. Pirleri Hacim Bektaş Veli'dir. Bu ocağın sevgisini kazanmak için Yavuz Sultan Selim dahi kulağını deldirip küpe takmıştı.Mücerretlikten vaz geçipte evlenenler kulağından küpeyi çıkarırlardı, zamanla kapansa da kulakta izi kalırdı. İşte, "Eski kulağı kesiklerdedir!" sözü buradan gelir.Kaynak.
Tankut Sözeri.Kültürlerde Şahmeran.
Mirac
27 Temmuz 2007 Cuma
Mirac
Mirac
Şaman Tengürü, Bay Ülgen' in yanına gelecekten haber almak için yola çıkarken, Bay Ülgen şamanı, hemen kutup yılızından önce elçiler göndererek karşılar ve göğün altıncı katından kendisi ile konuşurdu.
Hz. Muhammed'de Mirac'ında , Sitre i Münteha'dan ( GÖĞÜN ALTINCI KATINDAN KONUŞMUŞTU Tanrı İLE)
Tanrı göğün yedinci katında, çünkü cennettir orası ve ölümlüler sağ iken giremezler, ancak melekler hariç, elbette iyi melekler, altından yapılmış tahtında oturuyordu.
Tanrı ve hemen sağ yanın da büyük bir horoz duruyordu.
Cebrail idi o.
Hz. Muhammed bir sabah erken Mirac'a gidiyordu.
Ansızın yoluna bir aslan çıktı.
Aslan üzerine kükremeye başladı.
Muhammed ne yapacağını şaşırdı.
Birden bir ses duyuldu.
-Ey Muhammed,yüzüğünü aslanın ağzına ver!
.Muhammed söyleneni yaptı.
Aslan yüzüğü alınca sakinleşti.
Muhammed yoluna devam etti.
Orada dostuna kavuştu.
Onunla doksan bin söz konuştu.
Otuz bini şeriat üzerine idi, insanlara indi.
Kalan altmış bini de Hz. Ali de sır oldu.
Ve Hz. Muhammed Mirac'dan bir kubbe ve bunun içinde 22 erkek, 17 kadının bulunduğu 39 kişi gördü.
KIRKINCI OLARAK SELMAN GELDİ yanında bir üzüm tanesi getirmişti.
Getirip bu taneyi Muhammed'in önüne koydu.
Birden Hz.Muhammed'in önünde nurdan bir tabağın belirdiğini gördüler.
Tabak güneş gibi ışık veriyordu.
Hz. Muhammed parmağı ile o üzüm tanesini nurdan tabak içerisinde ezip şerbet eyledi.
Herkes içti...
Hz. Muhammed Hz. Ali'nin geldiğini gördü.
Ali'nin parmağında
Mirac yolunda aslanın ağzına verdiği yüzüğünü gördü!.
Mirac
Mirac
Şaman Tengürü, Bay Ülgen' in yanına gelecekten haber almak için yola çıkarken, Bay Ülgen şamanı, hemen kutup yılızından önce elçiler göndererek karşılar ve göğün altıncı katından kendisi ile konuşurdu.
Hz. Muhammed'de Mirac'ında , Sitre i Münteha'dan ( GÖĞÜN ALTINCI KATINDAN KONUŞMUŞTU Tanrı İLE)
Tanrı göğün yedinci katında, çünkü cennettir orası ve ölümlüler sağ iken giremezler, ancak melekler hariç, elbette iyi melekler, altından yapılmış tahtında oturuyordu.
Tanrı ve hemen sağ yanın da büyük bir horoz duruyordu.
Cebrail idi o.
Hz. Muhammed bir sabah erken Mirac'a gidiyordu.
Ansızın yoluna bir aslan çıktı.
Aslan üzerine kükremeye başladı.
Muhammed ne yapacağını şaşırdı.
Birden bir ses duyuldu.
-Ey Muhammed,yüzüğünü aslanın ağzına ver!
.Muhammed söyleneni yaptı.
Aslan yüzüğü alınca sakinleşti.
Muhammed yoluna devam etti.
Orada dostuna kavuştu.
Onunla doksan bin söz konuştu.
Otuz bini şeriat üzerine idi, insanlara indi.
Kalan altmış bini de Hz. Ali de sır oldu.
Ve Hz. Muhammed Mirac'dan bir kubbe ve bunun içinde 22 erkek, 17 kadının bulunduğu 39 kişi gördü.
KIRKINCI OLARAK SELMAN GELDİ yanında bir üzüm tanesi getirmişti.
Getirip bu taneyi Muhammed'in önüne koydu.
Birden Hz.Muhammed'in önünde nurdan bir tabağın belirdiğini gördüler.
Tabak güneş gibi ışık veriyordu.
Hz. Muhammed parmağı ile o üzüm tanesini nurdan tabak içerisinde ezip şerbet eyledi.
Herkes içti...
Hz. Muhammed Hz. Ali'nin geldiğini gördü.
Ali'nin parmağında
Mirac yolunda aslanın ağzına verdiği yüzüğünü gördü!.
Muhabbet büyüsü
27 Temmuz 2007 Cuma
büyü.
Muhabbet Büyüsü"Kırk bir adet kızıl üzüm alınıp her birine bir kerre-Amenerresul-suresini okuyup üfüre.
Kırk bir adet kızıl üzüm okunup tekmil oldukta bir tava içersine koyup kavura.
Kavururken " Ak dut , kara dut, filanı falana tut" diye ilgili kişilerin adları söylenir.
Üzümler kavrulmazdan önce bir avuç kızıl toprak, bir parça sarı toprak bir parça da kara toprak ala.
Bu toprakları önüne koya .Badehu eline biri beyaz, diğeri iki siyah dut çubuğu ala.
"-Kızıl toprak gibi kızsın, sarı toprak gibi sararsın, kara toprak gibi kararı kalmasın, hiç durmasın, eğlenmesin, gelsin" diye; dut çubukları ile üzümleri kavura.
Lakin Cuma günü sala vakti ola.
Ya işte böyle.
büyü.
Muhabbet Büyüsü"Kırk bir adet kızıl üzüm alınıp her birine bir kerre-Amenerresul-suresini okuyup üfüre.
Kırk bir adet kızıl üzüm okunup tekmil oldukta bir tava içersine koyup kavura.
Kavururken " Ak dut , kara dut, filanı falana tut" diye ilgili kişilerin adları söylenir.
Üzümler kavrulmazdan önce bir avuç kızıl toprak, bir parça sarı toprak bir parça da kara toprak ala.
Bu toprakları önüne koya .Badehu eline biri beyaz, diğeri iki siyah dut çubuğu ala.
"-Kızıl toprak gibi kızsın, sarı toprak gibi sararsın, kara toprak gibi kararı kalmasın, hiç durmasın, eğlenmesin, gelsin" diye; dut çubukları ile üzümleri kavura.
Lakin Cuma günü sala vakti ola.
Ya işte böyle.
Muska
27 Temmuz 2007 Cuma
Muska.
Çakıcı Ve Hoca
"Çakıcı bir gün bir yol çatığı başına oturmuş.
Martini kucağında dururken yoldan bir çocukla hoca'nın geldiğini görmüş, sormuş:
-Hoca nerden gelir, nereye gidersin?
-Biraz idare toplamaya gittim oğlum, bir çeşme yaptıracağımda!
-Kaç para lazım bu çeşmeye? diye sorar çakıcı-Yüzelli guruş, der hoca.
Çakıcı çocuğa döner:
-Çocuk, ya sen nereden gelir, nereye gidersin?
-Ben annesiz, babasız bir fakirim.
Kış günü mektepte okurum.
Yaz günü hocalarım beni külverdiği( serbest braktığı ) zaman fıkaralık yüzünden gidip dolayda birkaç para kazanırım.
Şimdi gene çalışmaya çiktım.
Güze Şumnu'da mektebe gidip okuyacağım, der çocuk.
Çakıcı; daha kaç para lazım sana mektebi bitirmeğe?
-Daha yüz kuruşum olsa , mektebi çıkarabilirim!
Çakıcı bu sözlerden sonra belinden kemeri söküp hocaya ikiyüz kuruş, çocuğa da yüzelli kuruş verir, Hocaya;
-Çeşmeyi güzel yaptıracaksın, der.
Çocuğa da ; Mektepte güzel oku ! der.
Kemerde paraları gören hoca çocuğa sorar;
-Oğlum kimdir bu adam?-Sen hiç işitmedin mi?
O şanlı Çakıcı, der çocuk.
Hoca;Oğlum Çakıcı sen misin?
-Evet, benim!..
Be oğlum, ben sana bir muska yapayım, o zaman sana hiç kurşun işlemez.
Çakıcı;-Hadi yap bakalım !
Hoca başından torbayı indirir, diviti, kalemi çıkarıp muskayı yazmaya başlar.
Muska bittikten sonra hoca derki;
-Ey Çakıcı, sana bundan öte kurşun işlemeyecek !
Çakıcı bu sözü işitince:-Hadi hocam şu muskayı kendi boynuna tak..Sana yüz adım veriyorum.
Muskanın kuvvetini en evvel sende deneyeyim !
Hoca şaşırır:.-Be oğlum, bu muska benim için değil, senin için oldu.
Onu niçin benim boynuma takacaksın ?
Çakıcı kestirir atar:-Çok lafa meydan yok.
Adımla bakalım !Hoca muskayı boynuna takar, yüz adım sonra Çakıcı geriden bağırır:
"Yetti" der.
Eline martini alır ve hocaya ateş eder.
Hoca yere yuvarlanır.
Demek muska bir para etmedi.
Hocanın durumunu gören çocuk korkudan titremeğe başlar.
Çakıcı;-Oğlum sen niye titriyorsun?
-Korktum ondan titriyorum.
Çakıcı;-İyi bak bu hocaya.
Sende eğer bu hoca gibi sihirbazlık için okursan, seni de böylece öldürürüm.
Git hocanın yanında olan parayı al, mektebini serbestçe bitir.
Demekki okumak para ile olurmuş.
Okuma parçasındaki Çakıcı, Egenin anlı, şanlı zeybeği Çakıcı'dır.
Muska.
Çakıcı Ve Hoca
"Çakıcı bir gün bir yol çatığı başına oturmuş.
Martini kucağında dururken yoldan bir çocukla hoca'nın geldiğini görmüş, sormuş:
-Hoca nerden gelir, nereye gidersin?
-Biraz idare toplamaya gittim oğlum, bir çeşme yaptıracağımda!
-Kaç para lazım bu çeşmeye? diye sorar çakıcı-Yüzelli guruş, der hoca.
Çakıcı çocuğa döner:
-Çocuk, ya sen nereden gelir, nereye gidersin?
-Ben annesiz, babasız bir fakirim.
Kış günü mektepte okurum.
Yaz günü hocalarım beni külverdiği( serbest braktığı ) zaman fıkaralık yüzünden gidip dolayda birkaç para kazanırım.
Şimdi gene çalışmaya çiktım.
Güze Şumnu'da mektebe gidip okuyacağım, der çocuk.
Çakıcı; daha kaç para lazım sana mektebi bitirmeğe?
-Daha yüz kuruşum olsa , mektebi çıkarabilirim!
Çakıcı bu sözlerden sonra belinden kemeri söküp hocaya ikiyüz kuruş, çocuğa da yüzelli kuruş verir, Hocaya;
-Çeşmeyi güzel yaptıracaksın, der.
Çocuğa da ; Mektepte güzel oku ! der.
Kemerde paraları gören hoca çocuğa sorar;
-Oğlum kimdir bu adam?-Sen hiç işitmedin mi?
O şanlı Çakıcı, der çocuk.
Hoca;Oğlum Çakıcı sen misin?
-Evet, benim!..
Be oğlum, ben sana bir muska yapayım, o zaman sana hiç kurşun işlemez.
Çakıcı;-Hadi yap bakalım !
Hoca başından torbayı indirir, diviti, kalemi çıkarıp muskayı yazmaya başlar.
Muska bittikten sonra hoca derki;
-Ey Çakıcı, sana bundan öte kurşun işlemeyecek !
Çakıcı bu sözü işitince:-Hadi hocam şu muskayı kendi boynuna tak..Sana yüz adım veriyorum.
Muskanın kuvvetini en evvel sende deneyeyim !
Hoca şaşırır:.-Be oğlum, bu muska benim için değil, senin için oldu.
Onu niçin benim boynuma takacaksın ?
Çakıcı kestirir atar:-Çok lafa meydan yok.
Adımla bakalım !Hoca muskayı boynuna takar, yüz adım sonra Çakıcı geriden bağırır:
"Yetti" der.
Eline martini alır ve hocaya ateş eder.
Hoca yere yuvarlanır.
Demek muska bir para etmedi.
Hocanın durumunu gören çocuk korkudan titremeğe başlar.
Çakıcı;-Oğlum sen niye titriyorsun?
-Korktum ondan titriyorum.
Çakıcı;-İyi bak bu hocaya.
Sende eğer bu hoca gibi sihirbazlık için okursan, seni de böylece öldürürüm.
Git hocanın yanında olan parayı al, mektebini serbestçe bitir.
Demekki okumak para ile olurmuş.
Okuma parçasındaki Çakıcı, Egenin anlı, şanlı zeybeği Çakıcı'dır.
Şansal
27 Temmuz 2007 Cuma
Şansal
"Sayısal loto trilyonluk ikramiyesiyle herkesin başını döndürüyor.
Rakamların ucundaki trilyonlara ulaşmak için lisede, üniversitede yüzüne bile bakılmayan matematiğe düşkün olanlar var.
Maksat bilimin yardımıyla hiç kimsenin bulamadığını bulup, altı rakamı bilmenin bilimsel bir formulünü yakalamak...
Bu sadece Türkiyeye ait bir mesele değil... Loto dünyanın her ülkesinde yarı amatör matematikçilerin başını döndürüyor.
Loto analizleri için bilgisayar programları satanlar, garantili formülü "cüzü" bir ücret mukabili paylaşanlar internette hatırı sayılır miktarda siteye sahipler.
Peki nedir lotonun sırrı? bunun bir püf noktası en azından olasılığı artıracak bir oynama biçimi yokmu? Altı rakamı tutturmak için kaç kolon oynamak lazım? söz matematiğe bırakılırsa hesap basit.
Önce organizasyonun çapı için ip ucu verelim; sekiz kolonluk kuponlardan hatasız olarak saatte 50 tane doldurabilecek ve bu işe günde 10 saatten bir haftasını ayırabilecek 500 babayiğitlik bir ekip gerekiyor.
Bunlar sadece yazıcı kadrosu... Tam tamına 13 milyon 983 bin 816 kolonun yazıldıktan sonra birde makinede yazdırılması gerekiyor ki, onun içinde şehrin dört bir yanındaki loto bayilerine yayılacak en az bie 500 gönüllü daha lazım...
Ve küçük bir ayrıntı; altıyı garantilemek için yatırmanız gereken kupon bedeli 5 trilyon lira yani matematiğe inanıyorsanız ve 5 trilyon liranız birde 14 milyon civarında kuponu dolduracak ve yatıracak teşkilatınız varsa altıyı tutturmanız işten bile değil".
Ve şöyle bitiriyor yazısını gazeteci yazar Cengiz Erdinç belkide en doğru değerlendirmeyi"loto matematik bilmeyenlerden devletin aldığı vergidir"diyen bilim adamları yapıyor.
Bende söylenmiş ve yazıya dökülmüş olan iki güzel söz ekliyeyim. Nazif Tepedelenlioğlu kim korkar matematikten adlı kitabında "Sayıyı verdiğiniz zaman asal çarpanları, asal çarpanları verdiğiniz zaman sayıyı belirlemiş olursunuz"der.
Bir başka söz ise şöyle der. Rakamlar ile iletişim kurmak ve onların lisanı ile konuşmak gerekiyor, şans yeterli bir açıklama değildir sağ duyu ile yaklaşırsak açık açık planlanan bir zeka oyunudur.
Ne kadar güzel bir söz.
Şansal
"Sayısal loto trilyonluk ikramiyesiyle herkesin başını döndürüyor.
Rakamların ucundaki trilyonlara ulaşmak için lisede, üniversitede yüzüne bile bakılmayan matematiğe düşkün olanlar var.
Maksat bilimin yardımıyla hiç kimsenin bulamadığını bulup, altı rakamı bilmenin bilimsel bir formulünü yakalamak...
Bu sadece Türkiyeye ait bir mesele değil... Loto dünyanın her ülkesinde yarı amatör matematikçilerin başını döndürüyor.
Loto analizleri için bilgisayar programları satanlar, garantili formülü "cüzü" bir ücret mukabili paylaşanlar internette hatırı sayılır miktarda siteye sahipler.
Peki nedir lotonun sırrı? bunun bir püf noktası en azından olasılığı artıracak bir oynama biçimi yokmu? Altı rakamı tutturmak için kaç kolon oynamak lazım? söz matematiğe bırakılırsa hesap basit.
Önce organizasyonun çapı için ip ucu verelim; sekiz kolonluk kuponlardan hatasız olarak saatte 50 tane doldurabilecek ve bu işe günde 10 saatten bir haftasını ayırabilecek 500 babayiğitlik bir ekip gerekiyor.
Bunlar sadece yazıcı kadrosu... Tam tamına 13 milyon 983 bin 816 kolonun yazıldıktan sonra birde makinede yazdırılması gerekiyor ki, onun içinde şehrin dört bir yanındaki loto bayilerine yayılacak en az bie 500 gönüllü daha lazım...
Ve küçük bir ayrıntı; altıyı garantilemek için yatırmanız gereken kupon bedeli 5 trilyon lira yani matematiğe inanıyorsanız ve 5 trilyon liranız birde 14 milyon civarında kuponu dolduracak ve yatıracak teşkilatınız varsa altıyı tutturmanız işten bile değil".
Ve şöyle bitiriyor yazısını gazeteci yazar Cengiz Erdinç belkide en doğru değerlendirmeyi"loto matematik bilmeyenlerden devletin aldığı vergidir"diyen bilim adamları yapıyor.
Bende söylenmiş ve yazıya dökülmüş olan iki güzel söz ekliyeyim. Nazif Tepedelenlioğlu kim korkar matematikten adlı kitabında "Sayıyı verdiğiniz zaman asal çarpanları, asal çarpanları verdiğiniz zaman sayıyı belirlemiş olursunuz"der.
Bir başka söz ise şöyle der. Rakamlar ile iletişim kurmak ve onların lisanı ile konuşmak gerekiyor, şans yeterli bir açıklama değildir sağ duyu ile yaklaşırsak açık açık planlanan bir zeka oyunudur.
Ne kadar güzel bir söz.
Bilge
Bilge.
Bir bilge, bir göletin kıyısında oturmaktayken, susuzluktan dili dışarı sarkmış bir köpeğin devamlı olarak göletin dibine kadar gelip tam suyu içecekken kaçması dikkatini çeker.
Dikkatle izler olayı. Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki kendi yansımasını görüp korkmaktadır ve bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır.
Sonunda köpek dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer.
O anda bilge düşünür. "benim burada öğrendiğim şu oldu der".
Bir insanın istekleri arasındaki engel çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır.
İnsan bunu aşarsa; istediklerini elde edebilir.
Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür.
Asıl öğrendiği şey; insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilgilerin var olduğudur. Öğrenmenin zamanı ve yeri yoktur.
Bir bilge, bir göletin kıyısında oturmaktayken, susuzluktan dili dışarı sarkmış bir köpeğin devamlı olarak göletin dibine kadar gelip tam suyu içecekken kaçması dikkatini çeker.
Dikkatle izler olayı. Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki kendi yansımasını görüp korkmaktadır ve bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır.
Sonunda köpek dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer.
O anda bilge düşünür. "benim burada öğrendiğim şu oldu der".
Bir insanın istekleri arasındaki engel çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır.
İnsan bunu aşarsa; istediklerini elde edebilir.
Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür.
Asıl öğrendiği şey; insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilgilerin var olduğudur. Öğrenmenin zamanı ve yeri yoktur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)